Küreselleşmenin bugünkü koşulları, etnik ve kültürel kökenleri farklı bireylerin yani, “öteki”lerin hakları tartışmalarını, Kant’ın Ebedî Barış makalesi üzerinden tartışmayı gerekli kılıyor sanırım. Küreselleşmenin bugünkü koşulları derken, belki de küresel bir savaşın eşiğinde bulunduğumuz bugünlerde, bir ucu “Avrupa Anayasası”na uzanan, diğer ucu Ortadoğu’da yüzyıllık sınırların belirsizleştiği bir gerçekliğe uzanıyor. Tüm bu gerçeklik, insanlığın “ebedi barış günleri” için aldığı yolu da gözler önüne seriyor.
Bir yandan, köhnemiş diktatöryal ulus devlet kalıntılarının alaşağı edileceği “bahar umuduyla” meydanlara çıkmış, değişimden yana toplulukların çalınan umutlarının ardından gelen, kanlı geri çekilme sürecinin ortaçağ vahşiliğine everildiğini yaşayıp görüyoruz. Etnik, dinsel ve siyasal - düşünsel farklılıklardan dolayı kadınların sanal köle pazarlarında satıldığı, çocukların ölü bedenlerinin sahillere vurduğu, katliamların ve infazların canlı yayınladığı, batı medeniyetinin eğitim sitemi içerisinde yetişmiş radikallerin, bir zamanlar yaşadıkları mekânlarda, gündelik hayata yönelik, seri katil soğukkanlılığıyla yaptıkları katliamları yaşıyoruz. Diğer yandan, umutları tükenmiş, yenilmiş kitlelerin, doğdukları evleri ve toprakları bırakıp “hak ve eşitlik” temelli düşüncenin kaynağı saydıkları Avrupa sınırlarına ulaşmaları ve Avrupa’yla karşılaşmalarını. Bir yandan, medeni dünyanın her gün tonlarca bomba yağdırdığı bir coğrafya, diğer yandan eşitlik ve adalet kavramlarını bayrak edinmiş, içerisindeki sınırları kaldırmış olan coğrafyanın “öteki”yle yüzleşmesi var.
“Gadjolar”ın algısı
Jürgen Habermas, “Öteki” olmak, “öteki”yle yaşamak, kültürler arasında “öteki”ne yaşam alanı açmak ve bireylerin eşit haklarla bir arada yaşaması üzerine yazdığı makalelerinde, “Benimsemek, kendi içine kapanmak ve ötekine karşı kapanmak demek değildir. “Ötekini benimsemek”, toplumsal sınırların herkese –hatta ve özellikle de birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere– açık olması demektir”, diyor. Kant’tan günümüze, ulus kavramı etrafındaki tartışmalar zorunlu olarak yeryüzünde süregelen eşitsizlikleri, insan hakları ve “ötekilerin hakları” alanlarını da kapsamıştır.
Tüm bu yaşananlar bizlere “öteki”yle yaşayabilecek miyiz sorusunu sorduruyor. Öteki’yle öteki olmayan, yerli olan arasındaki çizgi pek çok kez ve yerde belirsizleşiyor. Bu durum bir yönüyle, doğu ile batı sınırının yeri arasındaki belirsizliğe benziyor. Nasıl ki her coğrafyanın bir “doğu”su varsa, herkesin de bir “öteki”si var. Bunun en bariz örneği, biz Gadjoların1, Çingenelere yönelik algılarında görülebilir. Yüz yıllardır bu halk dünyanın her yerinde ayrımcılığa uğruyor, dışlanıyor.
Dom Çingeneleri, Ortadoğu ülkelerinin nerdeyse hepsinde yaşayan, tahmini sayıları beş milyon civarında olan etnik topluluklarından biridir. Hint-Avrupa dil ailesinden Domari olarak adlandırılan dili konuşuyorlar. Yüzyıllarca demircilik, kalaycılık, dericilik, sepetçilik, dişçilik, sünnetçilik, müzisyenlik, falcılık, gibi zanaatları icra eden Domlar, bugün artık bu zanaatların geçerliliğini yitirmesiyle mesleksiz kaldılar.
Yüzyıllarca Domlar, bu meslekleri icra etmek için göçebe yaşam sürdüler, birlikte yaşadıkları halkların, iş aletleri, mutfak eşyaları gibi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan bu halk, nüfusun artması, sanayiinin ve seri üretimin gelişimiyle, atalarının zanaatlarını yapamaz duruma düştüler. Kentlere sığınıp, oralarda gündelik işler yapmaya, vasıfsız işçi olarak çalışmaya başladılar.
Özellikle Ortadoğu’daki çalkantılı siyasal ve toplumsal yaşam, iç-savaş ve çatışmalı ortam bu insanların yaşamlarını gün geçtikçe zorlaştırmaya başladı.
Yaşamın “sıfır noktasında”
Bu altüst oluş zamanlarında, yine de en büyük acıyı bu halk çekti, açlık, yoksulluk ve her türlü şiddetle yüz yüze geldi. Sulhun olduğu yıllarda dahi ayrımcılığa uğrayan, ötekileştirilen bu insanlar sağlık, eğitim, barınma gibi asgarî ihtiyaçlardan dahi yararlanmayan bu topluluk, iç savaşların olduğu durumlarda, ne kadar tarafsız kalırsa kalsın, çatışmalardan çok fazla etkilendi. Zaten yaşamın “sıfır noktasında” yaşamaya çalışan bu insanlar derme çatma çadır ve barakalarından ayrılıp yollara düşmek zorunda kaldı. Savaş ve iç savaş dönemlerinin getirdiği yıkım ve şiddet ortamı ile birlikte sosyal güvenceden barınmaya, beslenmeden sağlığa yaşamsal sorunları daha da ağırlaşmış görünüyor.
Suriye’de yaşanan iç-savaş, bu ülkede yaşayan tüm etnik gruplar ve dinsel azınlıklara “zor günler” yaşatıyor. Bugün Suriye’den ülkemize sığınan Domların verdikleri bilgilere göre, dört yıldır süren savaş ve çatışmalı durum nedeniyle, Domlar rejim ve muhalifler arasındaki çatışmalarda, tarafsız kalmalarına rağmen, hem rejim hem de muhalifler tarafından göçe zorlanmakta, evleri ve malları yıkılıp yağmalanmaktadır.
Halep’e yapılan hava saldırıları sonucu yaşadıkları Haydariye gibi mahallerde ölümlere varan pek çok saldırı oldu, bugün bu mahalleler tamamen boşalmış durumda. Özellikle son dönemde güçlenen Radikal İslamcı grupların denetimlerindeki bölgelerde, topluluklara karşı da şiddet kullanmaya başladığı belirtiliyor. Yine bu gruplar, Çingenelerin “yeterince Müslüman” olmadıkları gerekçesiyle, evlerine ve mallarına el koyup ölümlere varan şiddet uyguluyorlar.
Çatışmaları mezhepsel ve dinsel saikler üzerinden yürüten bu gruplar farklı inançlardaki topluluklara şiddet uygulamayı gün geçtikçe artırmaktadır. Özellikle Alevi–Bektaşi inanca sahip Abdallar gibi topluluklar, radikal İslamcıların baskılarından dolayı Halep, İdlip, Hama, Mumbuç gibi kentlerde yaşadıkları evleri bırakıp ya rejim denetimindeki bölgelere ya da çevre ülkelere sığınıp göçebe olarak yaşamak zorunda bırakıldılar. Bu saldırılar sonucunda ölümler ve ağır yaralanmalar olduğu, bazı çocukların hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle ellerinin kesildiği, kadınların zorla alıkonduğu ve cinsel şiddete uğradıklarına dair pek çok tanıklık bulunuyor.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli Domlar, Suriye içerisinde kalanların, çatışmaların ve hava saldırılarının daha az olduğu Lâskîye, Şam gibi daha batı illerine ya da Kürtlerin denetimindeki Afrin, Kobanê, Kamışlı gibi kantonlara göç etmek zorunda kaldıklarını, söylüyorlar. Kentlerdeki şiddetli çatışmalar, sağlık ve besin yetersizliği nedeniyle bu topluluklar çevre ülkelere hızla göç etmeye başladılar. Bugün Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’ta on binlerce Dom, sığınmacı olarak açlık ve yoksulluk içinde yaşamaya çalışıyor.
Mülteci kampları ve Domlar
Dom mülteciler mülteci kamplarında kalmıyorlar ve kalmak da istemiyorlar.
Bunun temel sebepleri kamp sakinleri ve yetkililer tarafından önyargılı bir yaklaşıma ve ayrımcılığa maruz kalmaları. Kamplarda etnik, dinî ya da siyasî kutuplaşmalar, dolaşım özgürlüğünün kısıtlanması, giriş-çıkış konusunda sıkı denetimler, izolasyon ve hapsedilme hissi tarih boyunca doğayla iç içe yaşayan bu topluluklar için kampları yaşayabilecekleri mekân olmaktan çıkarıyor.
Bu sebeplerle Dom mülteciler kendi kurdukları çadır kamplarında, derme çatma çadırlarda, yıkıntılarda ve terk edilmiş binalarda kalıyor. Kalacak yeri olmayanlar sokaklarda, parklarda yatıyor, ancak çok küçük bir kısmı, birkaç aile bir arada, kiraladıkları evlerde kalıyorlar. Bu evler de daha çok Türkiye’de yaşayan Çingene topluluklarının mahallelerinde tutuluyor. Zaten günübirlik bulabildikleri işlerle ancak yaşayabilen gruplar, kiraya verecek paraları olmadığı için sık sık yer değiştiriyorlar. Küçük şehirlerde daha çok baskıya maruz kaldıkları için İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere göç edip kalabalıklar içinde kaybolmak istiyorlar.
Dom mültecilerin yaşam biçimleri, onların büyük çoğunluğunun kayıt altına alınmasını da engelliyor. Türkiye’deki Suriyeli Mültecileri kayıt altına alan AFAD bu topluluklara ya ulaşamıyor ya da önyargılar nedeniyle kayıt işlemleri için isteksiz davranıyor. Bugün pek çok topluluk üyesi kayıt merkezlerince verilen kimlik belgesine sahip değil. Topluluk üyeleri buna sebep olarak sınırdaki izinsiz geçişler, kayıt işlemine ilişkin bilgi yetersizliği veya yanlış bilgilendirme, yetkililerle temas kurmaktan kaçınmak olarak açıklıyorlar.
Öte yandan, çadırlarda ve harabelerde yaşayan topluluk üyeleri kayıt için gerekli olan ikametgâh belgesini alamıyorlar. Tüm bu koşulları yerine getirenler ise nedensiz olarak bekletiliyor, bazen belgeleri dahi alınmıyor. Diğer taraftan, bu toplulukların iş bulmak umuduyla yeniden göçebeliğe geçişleri, alınan kartların sadece alındığı ilde geçerli olması sebebiyle kayıt olup yabancı tanıtım kartı almak istenmeyen bir durum. Bu karta sahip olamayanlar sağlık ve yardımlardan da yararlanamıyorlar.
STK ve yardım örgütlerinin bu konudaki yardım talepleri, sokakta yaşamayı özendireceği gerekçesiyle, konuyla ilgili yetkililerce de engelleniyor.
Derme çatma çadırlarda yaşayan, sokaklarda yardım toplayan ya da çalışan Dom mültecileri kolluk kuvvetlerinin keyfî müdahaleleriyle karşı karşıya kalıyor, bir hedef haline geliyorlar. Türkiye’ye sığınan Dom mülteciler, iş bulma açısından çok büyük sorunlar yaşıyorlar. Gündelik iş umuduyla, gün boyunca, sokaklarda dolaşanlar, ağırlıklı olarak atık toplayarak ve geri dönüşüm gibi işlerde çalışarak, uzun çalışma süreleri ve çok düşük ücretlerle iş bulabiliyorlar. Sömürü koşulların altında çalışmaya mecbur kalıyorlar. Kadınlar ve çocuklar ya sokak satıcılığı yapıyor (mendil, çakmak vs. ) ya da sokaklarda yiyecek ve yardım topluyorlar.
Dört yıldır, tüm bu olumsuzluklara karşı, mülteci olarak Türkiye’de yaşamaya çalışan bu topluluklar ayrımcılığa uğrayıp ötekileştirilmektedir. Bunun sebeplerine gelince... STK ve mülteciler alanında çalışan yardım örgütlerinin, ne acıdır ki Birleşmiş Miletlerin Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin dahi, bu toplulukla ilgili bilgi sahibi olmamaları, sayısı yaklaşık 40 bin civarında olan bu topluluğu görünmez kılıyor. Suriyeli mültecilerle ilgili oluşturulan homojen, Sünni-Arap algısı, yerelde Türkmen, Kürt, Çerkez gibi, büyük etnisiteler için ayrışsa da, Çingenler gibi her kesimin “öteki” olarak algıladığı gruplar için yok sayma, görmeme, dışlama her zamanki olağanlığıyla sürüp gidiyor.
Komünal yaşam çözülünce
Bu topluluklarda, dağılan gruplar ve bölünen aileler her türlü tehlikeye açık hale geliyor. Ortadoğu’da yaşayan Dom toplumu alt kabilelerden oluşuyor ve bunlar da birlikte yaşayan büyük aileler olarak gruplara bölünüyor. Her bir grubu oluşturan aileler (5- 15 arası aile) aslında komünal bir yaşam sürüyor. Görünüşte bağımsız çadırlarda ya da evlerde yaşasalar da, dayanışma geleneği hâlâ sürüyor. Grubu yönetip yönlendiren bir lider aynı zamanda dış dünyayla da ilişkilerini kuruyor.
Bu komünal yaşam içe kapanık toplumu dış tehlikelere karşı da koruyor. Kadim gelenek bu sayede süregeliyor. Özel mülkiyet duygusunun neredeyse olmaması, bireysel-ailesel eksiklik ve yokluğun grup içinde telafisi, özellikle kadınların ve çocukların korunması, zor yaşam koşullarına dayanıklılık gibi, kısaca biz gadjoların yaratığı toplumsal, ekonomik sisteme karşı varolabilmek ve de yüzlerce yıldır asimile olmama direnci bu komünal yaşamdan kaynaklanıyor.
Bu birlikteliğin, savaş ve çatışma gibi altüst oluş dönemlerinde parçalanmaya uğraması, bireysel yaşama becerisi olmayan aileleri ve bireyleri, bilmedikleri bir dünyanın içerisine atıyor. Parçalanan gruplarla birlikte toplumsal bünyede yaralar açılıyor. İşsizlik, barınaksızlık ve açlık gibi yaşamsal gereklilikleri karşılamak için bilmedikleri sistemin içine dahil olmaya mecbur kalan bireyler buradan gelecek tehlikelerle de başbaşa kalıyorlar. Sokakta bir şeyler satan çocuklar, yardım toplayan kadınlar ve ne iş olursa yaparım diyen erkekler hızla suça bulaşıyor ya da bulaştırılıyor.
Medya ve kolluk kuvvetlerinin kıskacında
Diğer yandan, Türkiye’deki medyanın, Dom mültecilerin ağırlıklı olarak “Suriyeli dilenciler” ya da “Suriyeli Çingeneler” konulu negatif haberlerle gündeme getirmesi zorlu hayat koşullarını Dom mültecileri kendi tercihleri ve hayat tarzı gibi sunulması ve bu üslûpla yazılan haberler Dom mültecilerinin maruz kaldıkları ayrımcılıkların daha da körüklenmesine neden oluyor.
Zaman zaman Türkiye toplumunda yükselen Suriyeli karşıtı tepkiler, özellikle bir kısım medyanın da desteğiyle, bu topluluğa yönlendiriliyor. Ne yazık ki, Suriyeli mültecilerin de temsilcilerinin de içinde olduğu pek çok kişi medyaya “bunlar Çingene, bunlar Suriye’de de dileniyorlardı, bunları biz de istemiyoruz, bunlar Arap değil” gibi demeçlerle toplum ve kolluk güçlerini bu topluluğa karşı yönlendiriyor. İçişleri Bakanlığı, “Sokaklarda dilencilik yaparak yaşamaya çalışan Suriyeli mültecilerin toplanması” için bir genelge yayınladı. Bu genelge tüm illerin valiliklerine gönderildi ve kolluk güçleri sokaklarda yaşayan ve kendi kurdukları çadırlarda yaşayan tüm Suriyeli sığınmacılara iki seçenek sundu: Ya boş olan kamplara yerleşmek ya da ev kiralamak. Üçüncü bir seçenek olarak da eğer ilk ikisinden birini yapmazlarsa, Suriye’ye dönmeleri söyleniyordu. Aslında bu genelgeyle doğrudan Domlar hedef alınıyordu. Pek çok kentin valisi, bu genelgeyi sıkı bir şekilde uygulama yoluna gitti, kolluk kuvvetlerini görevlendirdi. Bazı illerde ve ilçelerde nerdeyse bir sürek avı başlatıldı. Sokakta yardım toplayan çocuklar, ailelerinden habersiz alınıp kamplara gönderildi. AFAD denetimindeki kamplara gitmek istemeyen kişi ve gruplar yerlerinde edildiler, bazı topluluklar Suriye’ye savaşın içine dönmek zorunda kaldılar.
Nutuklar yasalarda karşılık bulmadıkça
Sonuç olarak, Çingenler yüzyıllardır birlikte yaşadıkları halklar, etnik ve dinsel gruplar arasında çıkan “iç savaşların” kurbanları oldular. Dördüncü yılını dolduran Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları süresince, geçmiş deneyimlerde de olduğu gibi, bu kez de Ortadoğu’daki Dom gurupları çatışan tarafların arasında kaldı. Yüzyıllar boyunca bu kadim halk dünyadaki savaş ve iç savaşlarda yaşadıkları katliam ve acıları toplumsal hafızlarında taşıyarak, o “zor zamanları” gelecek kuşaklara sözün büyüsüyle ulaştırdı. Bu acılı günler yeniden “dünyanın özgür ruhlarının” yüreğine nakşediliyor. Yüzyıllardır yaşadıkları Ortadoğu’daki “ötekileri” de zor günler bekliyor.
Son günlerde, mültecileri Avrupa sınırlarında uzak tutmak için yapılan pazarlıklar, ödenen paralar, verilen vaatler bizlerin hâlâ ulus devlet köşeliliğinden kurtulamadığımızın da göstergesi. Oysa, Kant’ın hayalini kurduğu ebedî barış günlerinin gerçekleştiği, sınırların olmadığı bir Avrupa değil miydi? Son yıllarda dünyada yaşananlar bize şunu da gösterdi: Küreselleşme çağında her şey gibi savaş da küreselleşir.
Bizleri yönetenler ve Ortadoğu’da ayaklanmalar sonucu yeniden şekillenen ülkelerdeki yeni yönetimler, Çingenler dahil olmak üzere dinsel ve etnik azınlıklarla ilgili gelecekte ne düşünmektedir? Bu konularla ilgili politikacıların eşitlik nutukları yasalarda karşılık bulmadığı sürece, bu insanların “barış ve eşitlik” içinde insanca yaşama hakkı teminat altına alınmadığı sürece, dünyanın ve Ortadoğu’nun çok kültürlü yapısı hızla deforme olacaktır.
1. Gadjo (Gaco); Çingene olmayan; yabancı; el anlamında; Çingenler tarafından kendilerinden olmayanlar için kullanılır.